Ben aşık oldum. Şüphe yok. Buz soğuktur, gül kırmızı. Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Ama artık dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de..
Murakami'nin daha önce Kadınsız Erkekler kitabını okumuştum. Bu öykü kitabını çok sevmiştim ve diğer kitaplarını okumaya İmkansızın Şarkısı ile başlamak istiyordum ama kitabın arkasındaki bu kısa alıntıyı okuduktan sonra elimden bırakamadım.
Kadınsız Erkekler'de de böyle miydi hatırlayamıyorum ama isimsiz bir anlatıcının olması bana durmadan Sait Faik okuyormuşum gibi hissettirdi. Bunda Sait Faik okuduktan sonra kitaba başlamamın etkisi de olabilir tabiki *-* Ama okurken durmadan Sait Faik Japon olsaydı Murakami olurdu diye düşündüm. Belki de sadece bilinçaltımın bana bir oyunudur.
Sputnik ne diyecek olursanız;
Kitapta bir anlatıcımız var, kendisi aslında üçüncü şahıs. (bkz: Atilla İlhan- Üçüncü şahsın şiiri)
Anlatırken de bu aslında Sumire'nin hikayesi diyor. Sumire yazar olmak için uğraşan 22 yaşında bir kızdır. Edebiyat bölümünde ikinci sınıfını bitirdiğinde buranın ona göre olmadığını düşünerek okulu bırakıyor. Üçüncü şahsımız onu şöyle anlatıyor:
"... Tek bir cümleyle söylemek gerekire,o, iflah olmaz bir romantikti; dik başlıydı, alaycıydı, daha net ifade edersem, dünyada olup bitenlerden habersizdi. Bir kez konuşmaya başladı mı susmak bilmezdi, ama aklının uyuşmadığı kişilerin yanında (diğer deyişle dünyadaki insanların tamamına yakını karşısında) ağzını bıçak açmazdı.
Sumire'nin aşık olduğu kişi ise Myu idi. Myu ondan 17 yaş büyüktü, evliydi ve o da kadındı. Bu her şeyin başladığı ve her şeyin bittiği yerdi.
Myu ve Sumire'nin hikayesi Japonya'dan Yunanistan'a uzanırken üçüncü şahsımızı da peşinden sürükledi. Üçüncü şahsımız ona verdiğim isimden de belli olacağı üzere olayları hep sonradan öğrenip, Sumire'den dinleyip bize anlattı. O yüzden biz de bir türlü olayların gerçek yüzünü bilemiyoruz. Sanırım biraz da o bu sebeple sürükledi beni peşinden. Kitap uykusuz bir geceme eşlik etti.
*spoiler olabilir, ama olmayabilir de bilemedim*
Myu'nun travması bana çok garip geldi. Yani hem olayı yazması, böyle bir hayal gücü hem de olayın kendisi çok garipti. Hala tam anlayabilmiş değilim. Bir de Yunanistan'daki olaylarda "duman gibi" çok fazla var gibi. Evet her şey duman gibi oldu. Bu olay da çok ucu açık kaldı.
*Spoilersız yazmayı deniyorum, sanırım spoiler olmadı*
Kitapta sanki öykü olmak için fazla uzun bir kurgu romana çevrilmiş gibi. Öykü de olabilirmiş ama yazarın daha anlatmak istedikleri varmış gibi. Öyküye benzettiğim için de Sait Faik benzetmesi yaptım sanırım.
Kitaptan alıntılar:
Myu saçlarına dokunduğu anda, ona adeta bir refleks hızıyla aşık oluvermişti Sumire. Geniş bir araziden geçerken aniden çakan bir şimşek gibi. Sanatsal esinlenmeye yakın bir şeydi bu hissettiği. Karşısındakinin bir kadın olması sadece tesadüftü ve Sumire için bir sorun oluşturmadı.
Ben bu kadına aşık oldum. Bir anda farkına vardı Sumire. Şüphe yok.Buz soğuktur, gül kırmızı. Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Bana bir tek seçme hakkı bile verilmiş değil çünkü. Sürüklenip götürüldüğüm yer bugüne değin hiç görmediğim özel bir dünya olabilir. Belki de çok tehlikelidir. Orada gizlenmiş olan şeyler beni derinden, öldürücü şekilde yarayabilir. Şimdi sahip olduğum her şey elimden çıkıp gidebilir. Ama artık dönüş yok. Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de..
Babam aslında kısa boyluydu ama bronz heykelde heybetli biri gibi görünüyordu. O gün bazı şeylerin göründüğü gibi olmadığını anlamıştım, henüz 5 yaşındaydım.
Bir kere "ihanet " sözcüğünü son zamanlarda kimsenin kullandığı yok. Modası geçmiş, artık kullanılmıyor. Bir yerlerde unutulup kalmış bir komüne gidersen, belki onlar hala "ihanet" sözcüğünü kullanıyor olabilirler.
İnsanın hiç tanımadığı birinin hatasını eleştirmesi çok kolay bir şeydi ve de kendini iyi hissettiriyordu.
O çok ama çok uzaklardaydı. Bundan sonra benden uzaklaştıkça uzaklaşacaktı. Böyle düşünmek beni hüzünlendirdi. Rüzgarın delice estiği bir gecede, yüksek taş duvara nedensizce, ne yapacağı bilmez bir şekilde, öylece tutunan amansız bir böcek gibi hissettim kendimi. Sumire benden uzaklaşıp, “Yalnızım” diyor. Ama onun yanında Myu var. Benim kimsem yok. Benim kendimden başka kimsem yok. Her daim olduğu gibi.
O zaman anladım; biz harika yol arkadaşlarıydık, ancak, sonunda her birimiz kendi rotasında gidecek yalnız bir metal kütlesinden başka bir şey değildik. Uzaktan bakınca yıldızlar kadar güzel görünüyorduk. Gerçekte ise, tek başımıza uzaya hapsolmuş, hiçbir yere gidemeyen tutsaklar gibiydik. Ancak iki uydunun yörüngeleri tesadüfen kesişince bir araya gelebiliyorduk. Hatta birbirimize duygularımızı bile açabilirdik. Sadece bir anlığına. Hemen sonraki an ise mutlak bir tek başınalığa doğru savrulacaktık. Günün birinde yanıp yok oluncaya dek.
Bunlara rağmen bir daha asla eski benolamayacağım ... Doşarıdan bakıldığında, tek bir şeyin bile değiştiği anlaşılmayacak çünkü. Fakar içimde bir şeyler yanıp kül olmuş, yok olmuş olacak.
Gözlerimi kapattım, kulak kesildim; Sputnik'in, dünyayla tek bağları yerkürenin çekim gücü olan, gökyüzübde dolaşmaya devam eden torunlarını düşündüm.
Yorumlar
Yorum Gönder